İnsanın zihninden geçenleri okuyabilmek mümkün değil. ‘Okurum’ diyen tezvirat halindedir. Ancak davranışlarını esas alarak bir insanın hâfızasından geçirdiklerine dair çıkarım elde edilebilmek çok da zor olmasa gerek! Hele eylem; yüze, jeste, mimiklere ve dahi kalem ile kelamlara yansıyorsa yanılma ihtimali hemen hemen yok gibidir. Zira fikir, zikre yansır… Her ne kadar tarihsel süreçte bu tür figürlerin mümessillerine rastlamak mümkün denilse de insan profilinin gün geçtikçe daha fazla dumura uğradığını müşahede etmek, izan sahibi her kes gibi beni de kederlendirmektedir... “Dün dündür” mottosu ile siyasi arena için meşrulaştırılan ve makul hale getirilen bu felsefenin neredeyse hayatın her alanına sirayet etmiş olmasından ıstırap duyanlardanım. Toplumu irşat etme yükümlülüğü bulanan entellerin ve gazeteci kimliklilerin bu girdaba ve bühtana düşüyor olmaları ise apayrı bir garabettir.
***
‘Kumpas’, ‘ayak oyunu’, ‘dışlama’ gibi insani olmayan tiryakiliklere maruz kalmak hayatımızın rutini gibi artık. Alıştık… Ancak eskiden bu alışkanlığın da bir adabı, namusu veya mahremiyeti vardı. Zira ‘kumpas’, ‘tuzak’ denilen eylemler, tabiatı gereği aşikâr edilmeden icra edilir diye bilirim. Alışamadığımız; bu ahvalin artık defacto bir vaziyet alması ve alenen ve dahi mahcubiyet duyulmadan yapılıyor olmasıdır! Dün, doğru denilene bugün yanlış, batıl denilene dosdoğru diyebilmek esas itibariyle maharet de gerektirir değil mi? Yapılması veya becerilmesi namünasip olan bir aksiyon, birileri tarafından hicapsız, çekincesiz ve alelade icra edilebiliyorsa takdir etmek gerek! Gidişat, nereyedir bilmem? Ancak gayri insani bu meziyetlerin toplumda bir paranoya sebebiyet verdiğini de söylemem elzemdir. Günlük sosyal hayat pratiklerinde; nerede ve nasıl bir oyunun mağduru olunacağı bilinmediğinden, gard alınmakta ve kumpasa kumpasla mukabelede bulunmanın yolları aranmakta… Ne acı bir vaziyet değil mi?
***
Bir kurumun başına gelme ihtimali yüksek olan biri için örneğin zamanında neler söylenmiş, ne methiyeler dizilmiş veya neler yakıştırılmış diye gazete sayfalarına dönüp tekrar bir bakayım dedim. Aman Allah’ım, midem bulandı! Kifayetsizleri yere göğe sığdıramamak, nemalanmakla ilişkili olabilir mi dersiniz? Peki, niyet hâsıl olmuş mudur? Bunun için bir zamanların skorlarına bakmak icap eder elbette! Mazide kalanın bakiyesine bir misal mi istenir? O halde bakalım; örneğin ortam hazırlama amacına matuf, yetkinlikleri meçhullere bilimsellik kisvesi ile önce sohbet tertip edilmiş ve pazarlama stratejisi uygulanmış mı? Akabinde işgal edilen makama tezat, kelli felliler bu bilimsellikten nasiplenmişler mi? Ve nihayetinde boşluktan istifade, adrese teslim çağrı ve özel seçilmiş seçicilerle uzman bozuntularının taltif edilmesine zemin hazırlanmış mı? Heyhat, açıktan destekli kısa ölçekli ve doğan bakışlı maharetli adamı, Koca yazar zamanında deşifre etmiş de biz görememişiz meğer! Şimdi ise gördüğümün özeti şudur; doğanın ince aşkı! İşin özü; alan ile müsemma bir şekilde şehir parmaklarının ucunda olunca açıklara, makam heveslilerine ve cümle kurma özürlü zat-ı muhteremlere dizilen retoriğin karşılığı da oluyor nihayetinde! Yaranmanın ve yanaşmanın bin bir türlü hali var nasılsa! Mesela takımdaş olmuş, yetmedi bir de avcılık üzerine destanlar dizmişseniz, bir zamanlar olup bitiyordu maşallah!
***
Peki, bu Hint kumaşları tarafından liyakati kifayet edene ne kelam edilmiş zamanında? Bir de buna bakayım dedim. Ne göreyim? Meğer bagajları ta o zamanlar tıka basa doluymuş! Kullandıkları ölçü birimini ise hala çözemedim açıkçası… Ancak sağ olsunlar; ‘ağır’, ‘kibar’ ve ‘beyefendi’ vasıflarını rakibe atfetmeyi de ihmal etmemişler o dönemler… Öyle ya “gün olur, işimiz düşer zahar” demişler belli ki! Bu nedenle ‘incitmemek lazım’ felsefesini ve stratejisini tercih etmişler herhalde? Şimdi bu pişkin zat-ı entel muhteremler, yine iş başında gibi görünüyor! “Vallahi, son yılların en isabetli ataması” cümlesinin yanına dizilen; ‘liyakatli’ sıfatı ise uşaklık raconu gibi geliyor bana açıkçası! Şimdi sual şudur; zamanında yer ile yeksan ettiklerinizde ‘liyakat’ ve ‘kibarlık’ yok muydu ey mucitler? Her ne sebeple olursa olsun iade-i itibarın geç de olsa hem kişi hem de kamu için hayırlara vesile olacağı kesindir. Hak yememek lazım, bazen bu şehir de iyi şeyler de oluyor. Sayın Prof. Dr. Erol Keleş beyin ataması gibi…