Avrupa ve Batı, gıpta ile bakılan bir coğrafyaydı! Bunun kuşkusuz iki önemli temel nedeni vardı: birincisi; vesayetçilere, variyetlilere ve aydınlara muhtelif imkânlar sunuyor olması, ikincisi ise; standart vatandaşlara iktisadi refah fırsatları bahşetmesiydi. Yüz yılı aşkın bir süredir bu coğrafyada bu algının varlığına dair emareler gözlemlendi, hikâyeler dinlendi… Aslında bu, hadisenin zahiri yüzüydü. Ancak gizemli ve zengin bu coğrafyanın haşarı ve muhalif çocukları Batı için apayrı bir nimetti! ‘Hürriyet’ ve ‘demokrasi’ vaadiyle pekâlâ kullanılabilirlerdi! Öyle de oldu. Mahmut Paşa’nın oğlu Prens Sabahattin’in ihanet çukuruna düşmesine sebebiyet veren entrikalar ile Fikret’in oğlu Haluk’un bocalandığı inanç buhranın gerekçeleri arasındaki benzerliklere bakıldığında Batı emellerinin izleri rahatlıkla sürülebilir… Müsebbip mi aranmak istenir? İşte size referans kaynağı; hümanist bir nimet gibi addedilen; “bir kültürden gelip, başka bir kültüre yerleşmek ve bu iki kültürün sentezi olan yeni bir kültür yaratmak” tespitinin mucidi Huntington. Aynı ‘masumiyetle’ bir asır önce Zamenhof’un ortak bir dünya dili yaratma projesi olan ‘Esperanto’nun hüsranla sonuçlanması, Batı’nın tarihi realitelere karşı ne denli kayıtsız kaldığını göstermişti de biz göremedik!
***
Entelektüel olabilmenin yelkovanını Fransızca bilmeye ayarlayan sözde Osmanlı münevveri ile celladına muhabbet besleyen Cezayirlinin Fransızca aşkı arasında ne fark var ki? Bilinen bir realitedir; son dönem Ortadoğu aydınlarının bilinçlerindeki Garp betimlemesine karşın bizdeki aydın ve gazeteci artıklarının sığınağı olan ‘Batı limanı’ tasviri arasında muazzam bir dilemma bulunmaktadır aslında. Bir taraftan Asya yaşam pratiğini eksenine alan, diğer yanıyla da multikülürel bir inanç atmosferinde paradoksallık yaşayan Maalouf ile oryantalist Batı'nın Doğu'ya dair sübjektif temsili konusundaki objektif analizleri ile tanınan Said… Mealen ne diyordu; “Batının, kapitalizmin ve sömürgeciliğin tek gayesi; kendi kültürlerini popülerleştirerek yaymak; bellekleri, dilleri, tarihleri inkıtaa uğratarak aptallaştırmak ve iradeleri gasp etmektir”. Batı, ne bin yıl önce Ziyad’ın irşat aşkına yakmış olduğu gemiler, ne de adalet ve imar düsturu aşkına sefer tertip eden Osmanlı akıncıları kadar masumdur!
***
Sloven Zizeck. Merhamet fukarası Batı’nın esrarlı temsilcisi… Muhteremin; “Lacancı semptomu göz ardı edenin, teolojinin ya da ideolojinin sorunsalı içinde boğulacağı” o tezi ne de ilmi değil mi? Ancak bu zatın; “İslam semptomu, Türkiye’de göbekli Türk esnafı, karsı, çocukları ve torunlarıdır” ikonası ile Goethe’nin Doğu Divanı’ndaki İslam betimlemesi arasındaki farkı anlayabilmiş değilim! Bağrından çıktığı ve kutsadığı Marksist ideolojinin bakiyesi Sosyalist Yugoslav ikliminin Srebrenitsa’daki soykırıma maruz bıraktığı Bosnalı kurbanların semptomunun aranacağı adres belli! Ne diyordu Aliya; “savaşı, öldüğümüzde değil, düşmana benzediğimizde kaybederiz”. Biz de ise İslam toplumlarının demokrasi ve modernite ile olan imtihanı hep Habermas’ın ‘kamusal alanı’ üzerinden okunmaya çalışıldı. Batı’ya yamanmanın asimilasyonla sonuçlanabileceği delaletinden uyanamayan entelektüel müsveddelerinin dillerine pelesenk ettikleri tüm bu mülahazalar; ihanet, bir o kadar da gaflet halidir aslında! Bense kültürel zengin dinamiklerini Garb’a şirin görünmeye feda ve heba etmiş olan kırkambarlara kükreyen Meriç’in hakkının teslim edilmemesine yanarım!
***
Sıcak savaşların soğuk yüzü ile yüzleşen ve zayiatları ile buz kesen Batı için Kunta Kinte’ler ve haraç mezat kullanılan göçmenler adeta bir can suyuydu. İmarın mimarı için kullanıldı onlar… Şimdi ise yine müzmin kolonyal bir refleks ve eksen manivelası ile kültür üzerinden müstemlekeler yaratma savaşı... Varsın entelijans, küreselleşmenin tabi bir süreç olduğuna rıza göstersin. Prosedür, mazlumun aleyhine işlediği sürece ikna olmak, mankurtlaşmaya devam etmek demektir! Zira elde kala kala kırık dökük bir dil, bir de yamalı kültür… Kayıplara her daim rahmet okunmaz, okunmamalı! Görülemeyen rüyalara ve yitik hayallere ürpermek, hatta titremek gerek. Zira susunca sanat eriyor, kimlik çürüyor… Zihinlere popüler ile sirayet etme mücadelesini, küreselleşme mübadelesi ile meşrulaştırma bedbahtlığına düşen entelleredir sözüm! En azından bizim için; Türkçe okunan Şark’ın şarkıları susmak üzere! Bir de aslına rücu eden ve huşu içinde dinlenen ezanlar. Siz Batı’nın gitarını çalmaya devam edin. Ben, elimde kopuzla beklemeye devam edeceğim…