Peygamber efendimiz bugün dünyayı şereflendirdi. Onun şefaatine nail olacak güzel işler yapmayı, kitab-ı mübinde “üsvetün hasene” olarak tanımlanan o örnek insanı, rol model olarak benimseyip yaşamayı Allah bütün okuyucularıma nasip etsin.
Türklüğün güncel meseleleri derken aslında Türk Dünyasının güncel meselelerini kast ediyorum. Türk Dünyasının meseleleri, bir akademik alana sığmayacak kadar çoktur, derin ve geniştir. Din de bu meselelerden birisi, en önemlilerinden birisidir.
Müslümanların bugünkü hali, tabii ki bizi de kapsıyor. Onun için Türk Dünyasında yüce dinimiz İslam’la ilgili algılamaları irdelerken, bütün bir İslâm Dünyasından soyutlamak mümkün değildir.
İslâm Dünyası belki de tarihinin en zayıf dönemlerinden birini yaşıyor. Hülagu’nun Bağdat’ı yer ile yeksan ettiği 1258 yılındakinden daha karanlık günlerdeyiz. İslâm Dünyası o zaman da fikri bir kaos içindeydi.
13. asırda olduğu gibi şimdi de her yerde anlayışsızlık, hoşgörüsüzlük var. Kimse farklı fikirlere tahammül edemiyor. 19. Asır başlarından itibaren batı karşısında geri kalmamız elbette bilgi sahibi Müslümanları sebep ve çözüm arayışına sevk edecekti. Muhammed Abduh, Cemaleddin Afgani, Mehmet Akif 20. Yüzyılın başlarından akla gelen isimlerdir. Sonraki yıllarda Hasan Benna, Seyit Kutup, Mevdudi, Ramazan El Buti, Said Nursi gibi isimler bu arayışın sembolü olan isimlerdi.
Velhasıl kafaların karışık, zihinlerin bulanık, gönüllerin karanlık olduğu bir dönemden geçiyoruz. İnsanlığın, anlaşılabilir telkinlere, aklı berrak kılan sohbetlere, gönülleri aydınlatan rehberlere ihtiyacı var. Bu mevlid kandili bu arayışlara vesile olsun.
Rehber kelimesine tepki gösteren okuyucularımın varlığını tahmin edebiliyorum. Günümüzün modası “Allah bana akıl vermiş, rehbere ne ihtiyacım var”. Birincisi doğru, ikincisi ya kibrin emaresi ve/veya kötü örneklerden yola çıkarak tamamı kötü sayan yanlış bir bir genelleme…
Rehbere gerek duymama temayülü niye arttı?
İnsanları doğruya, Allah’ın rızasına yöneltme iddiasında olan bazı kimselerin şöhret, servet, makam ve şehvet peşine düşüp yola çıkış sebeplerini ihmal etmeleri, insanların diğer rehberlere de güvenini sarstı.
Aslında konunun tarihi kökleri var. İslâm Dünyasında sizden daha bilgili, Allah’ın ölçülerine sizden daha bağlı kalarak yaşadığına inandığınız bir kişinin tavsiyesine ihtiyaç duymak, anlaşmazlıklar halinde böyle kimselerim hakemliğine başvurmak veya buna karşı bir harici mantığıyla karşı çıkmak daha Hazreti Ali ile Muaviye arasındaki çatışmalarda, yani İslâm’ın daha 25-30. Yıllarında ortaya çıktı. Bu konuda derli toplu bir araştırma olan “Taha Akyol, 1988, Haricilik ve Şia – İslamda Devrimciliğin Sosyolojik Kaynakları, Kubbealtı Neşriyatı, İstanbul” isimli kitabı tavsiye ederim.
Tabii sosyal-siyasi olayların tek bir sebeple açıklanması mümkün değil. O dönemde sahabenin otorite sayılması, Kur’an ve sünnetten ayrılmama titizliği bir tarafta Selefiyye denilen cereyanı doğurdu; diğer tarafta Kureyş’in üstünlüğü gibi kabile asabiyetine dayanan bir siyaset geleneğine yol açtı.
Şiilik buna karşı bir tepki olarak ortaya çıktı ama, İmamların masuniyeti ve Allah’ın halefi olması gibi aşırı uygulamalara cevaz verdi. Yöneticinin seçimle gelmesi gerekir diyen İmam-ı Azam’ın cezalandırılması ve Şii anlayışında lanetlenmesi bu aşırılığın ilk tezahürlerindendir.
Müslüman olan toplumlar arasında, kendi kültürlerinden kaynaklanan farklılıklar tabiidir. Bu farklılıkları düşmanlık sebebi haline getirmek, kibre varan asabiye ve cehaletle mümkündür. Harici mantığının ve Şii geleneğinin inşasında bu ikisi, yani kibir ve cehalet birlikte rol oynamıştır.
Günümüz İlahiyat hocalarının çoğu, kendilerini Selefiyye’nin devamı sayanların günümüz uygulamalarını başlangıçtaki takva ve samimiyete dayanan telakkilerden ayırıyorlar (Mevlüt Uyanık, 2016, Selefi Zihniyet, Arap Baharı ve Türkiye, M. Sait Özervarlı, 2009, “Selefiyye”, TDV İslâm Ansiklopedisi, cilt: 36, sahife: 399-402, Türkiye Diyanet Vakfı, İstanbul).
Gerçekten de o zamanki bazı Selefi cereyanlar tasavvufla içi içe yaşayabiliyorken, bugünkü Selefilik Tasavvufu ve genelde rehber ihtiyacını reddeden, ama özelde örgütün liderinin her emrini sorgusuz yerine getiren bir Harici mantığı iyice benimsemiş görünüyor.
Türk Dünyasının genç Müslümanları, bu aşırı cereyanlara kapılmayıp akl-ı selimin yolunu bulacaklar. Sahte din önderleri ile gerçek rehberleri birbirinden ayıracak aklı da Allah bize vermiştir. Yeter ki aklımızla gönlümüzü birlikte kullanabilelim. Asırlar öncesinden bize seslenen Yesevi Baba’nın hikmetlerine kulak verenler, hakiki rehber Kur’an ve Efendimizin sünnetlerinden ilham alacaklardır:
Azim zikri yüce zikirdir, söyleyebilsem
Ballar gibi tatlı olur dilim benim
Kendim fakir, kıldım ikrar olduk hakir
Kanat çırpıp kuşlar gibi uçar gönlüm benim. (Hikmet 55)
Akıllı isen Hakdan başka sözler haram
Diri oldukça pir hizmetin eyle tamam
Allah desen lanet şeytan sana köle
Allah diyemeyen dinini satmış olmalı. (Hikmet 59)
“El kezzabu la ümmeti” dedi server
Bu sözlere yol gösteren Hadi, rehber
Yalancıya ümmet demez o Peygamber
Gelin toplanın zakir kullar zikir söyleyelim. (Hikmet 60)
Yesevi baba, efendimizin aşkıyla dolu bir ömür yaşadı, O yüce insanı gerçekten “üsvetün hasene” kabul ederek yaşadı. Öyle ki, efendimizim bekaya yürüdüğü yaşa gelince, “yeryüzünde ondan fazla kalmak sünnete mugayir olur” diye, hayatının geri kalanı yer altında faaliyetlerine devam ederek tamamladı. O’nun sevgisiyle efendimizi (S.A.V.) sevmek dileğiyle…
Kaynak:Daily Havadis