Mihmanperest İnsanların Ülkesi Tacikistan

Asya haritasına göz attığımızda kıtanın merkezinde gördüğümüz Tacikistan'ı tanımak lazım…

Asya haritasına göz attığımızda kıtanın merkezinde Tacikistan’ı görürüz. Büyük kıtanın tam kalbinde ve tarihi İpek Yolu üzerinde yer alan bu ülkeye yolunuz düşerse naif ve misafirperver insanları sizi karşılar. Tacikistan; kültürel tarihi, anıtları, zengin mutfağı, berrak su kaynakları, yemyeşil parkları, engin dağları, seyretmeye doyum olmayan vadileri, büyük ve hareketli pazarlarıyla insanı kendisine çekmektedir. Yukarıda bahsettiklerimin cazibesine ben de kapıldım ve dört gün gibi kısa bir süre de olsa bu eşsiz güzellikleri görme fırsatım oldu. Şimdi sizlerle gördüklerimi, duyduklarımı ve hissettiklerimi paylaşmak istiyorum. İlk gün Özbekistan’ın başkenti Taşkent’ten taksi dolmuş ile yaklaşık 100 km’lik yolculuk sonrasında bu ülkenin Tacikistan ile gümrük kapılarından birisi olan Aybek Sınır Kapısına ulaştım.
 
Aybek Sınır Kapısından Tacikistan’a Giriş

Birlikte yolculuk yaptığımız Mümincan amca, Sovyet döneminde kolhoz reisliği yapmış; güngörmüş bir aksakaldı. Mümincan amca, Sovyetler Birliği yani Tacikistan’da söylenen hali ile Hükümeti Şuravi döneminde almış olduğu dört madalyasını göğsünde gururla taşıyan karizmatik bir Sovyet adamıydı. Kendisinin Özbek kökenli olduğunu düşündüğüm Mümincan amcayla iletişim kurmamız Özbekistan’daki Özbeklere göre daha zor oldu. Bunun sebebi ise burada konuşulan Özbekçenin ülkenin resmi dili olan Tacikçeden etkilenmiş olması. Zira Tacikçe Türk dil ailesinden değil Fars dil grubundandır.

Sınır kapısındaki Özbek ve Tacik polisler Mümincan amcaya saygı gösterdiler hatta Tacik gümrük görevlileri ellerini başlarına götürerek selam verdi. Sınırın her iki tarafında da Mümincan amca kolumdan tutup gümrük görevlilerine ve pasaport işlemi sırasında bekleyen insanlara beni “mihman” (misafir) diye tanıtıyordu. Pasaport sıraları fazla kalabalık değildi ama Mümincan amca beni mihman diye diye pasaport sırasının en önüne geçirdi. Bu durumdan rahatsız olduğumu, sıramı beklemek istediğimi söylemeye çalıştım ama anlatamadım. Anladım ki bu ülkede “mihman” kelimesi çilingir işlevi görüyor ve sınır kapısını bile açıyordu.

Nedir Bu “Mihman”

Türkistan’da misafire mihman deniliyor. Hatta hotel kelimesi yerine Özbekistan’da mihmanhane ifadesi kullanılıyor ve bu kelime bizdeki misafirhane ifadesini akla getiriyor. Turizm yatırımları bakımından daha gelişmiş olduğunu düşündüğüm Özbekistan’da “turist” kelimesini de kullanıyorlar. Sınırın Tacikistan tarafına geçince bu ülkede turist kelimesinin olmadığını yerli olsun yabancı olsun gelenleri misafir olarak gördüklerini ve “mihman” yani “misafir” ya da “seyyah” dendiğini öğrendim. Mihman denilince hem sıradan insanların hem de resmi görevlilerin daha sıcak davrandıklarını gördüm.

Aybek’ten Hocent’e

Umduğumdan daha kolay bir şekilde önce Özbek sonra da Tacik gümrüklerini geçip Tacikistan’a ayak basmış oldum. Mümincan amcanın da benim gibi Hocent şehrine gidecek olması beni sevindirdi. Sınır kapısından Hocent yaklaşık 70 km ve dört kişilik taksi dolmuş ile 50 somoniye (yaklaşık 4.5 dolar) anlaştığımızı Hocent’te arabadan inince ödeme yaparken anladım. Tabi bunda Mümincan amcanın yaklaşık yarım saat süren pazarlığı etkili oldu. Hocent’e giderken önce bağlık bahçelik alanları geçtik Özbekistan sınırından uzaklaştıkça düzlükler bozkır görüntüsü almaya başladı. Bu kuraklığın sebebi toprağın yapısı mı, su kanallarının olmaması mı, yoksa her ikisimi diye düşünmeden edemedim.
 
Temur Melik’in Şehri Hocent

Tacikistan’ın ikinci büyük şehri Hocent, Sir Derya’nın her iki yakasına konumlanmış tarihi bir şehir. Hocent’e Hucent veya Hücent de deniliyor. M.Ö. 329’da Makedonyalı İskender’in bu şehri kurduğu için adına Uzak İskenderiye (Alexandria Eschate) denilmiş, Sovyet döneminde ise şehrin ismi Leninabad olmuştur.

Tarih boyunca bereketli Fergana Vadisi’nin kapısı olarak görülen Hocent ticaret kervanlarının da ulaşım güzergâhı üzerinde yer almış. Eski dönemlerde Sir Derya üzerinden su ulaşımı ve İpek Yolu üzerinden de kara ulaşımının merkezi olmuş. Moğol genişlemesi sırasında Harzemşahların cesur komutanı Temur Melik, Hocent kalesini savunmuş; Moğol ordularına karşı onun direnişi kahramanlık destanlarına konu olmuştur.

Günümüzde Hocent önemli bir sanayi, ticaret ve eğitim şehridir. Bu yönü ile şehre “Tacikistan’ın İstanbul’u” benzetmesi yapılabilir. Hocent şehrinde görülmesi gereken yerler arasında Perşembe Pazarı ve Hocent Kalesi ilk akla gelenlerdir. Bu yerlere ulaşım, şehrin merkezinden yürüme mesafesindedir. Bunun dışında Sir Derya üzerinde kurulu teleferik ile şehre ve nehre panoramik bakış da yapılabilir.

Perşembe Pazarı

Perşembe (Pencşenbe) Pazarı şehrin merkezinde yer alan tarihi bir yerdir. Pazarın hem kapalı kısmında hem de çevresindeki açık alanında yüzlerce dükkân ve satıcı yer almaktadır. Bu açıdan pazar çok geniş bir alanı kapsamaktadır. Eylül ayı sonu olmasına rağmen hâlâ pazar, kasa kasa yazlık meyveleri, çeşit çeşit kavun, karpuz ve üzümleriyle Hocent’in bir meyve şehri olduğunu ispatlamaya çalışıyor gibiydi. Pazar çevresindeki yapılar binyıllar ötesine gidiyor ve restorasyonları devam ediyor. Göz alıcı asırlık çınar ağaçları kim bilir nice Çin’den Horasan’a Anadolu’ya hatta Avrupa’ya mal götürüp getiren İpek Yolu’nun seyyah ve âlim tüccarlarını gölgelerinde ferahlatmışlardır.

Kemal Hocendi

14. yüzyılda Hocent’te dünyaya gelen Kemal Hocendi, gençliğinde Hicaz’a gitmiş dönüşte şairlerin şehri ve Timurluların önemli bir kültür merkezi olan Tebriz’e yerleşmiştir. Altın Orda hükümdarı Toktamış Han Tebriz’e hâkim olunca (1385) şehrin diğer âlimleriyle birlikte başşehir Saray’a götürülmüş ancak dört yıl sonra tekrar Tebriz’e dönmüştür. Tebriz’de Emir Timur’un Azerbaycan valisi olan oğlu Miran Şah’tan saygı gördüğü rivayet edilmektedir. Bu ünlü şair ve mutasavvıfın mezarı Tebriz’dedir.

Kemal Hocendi’nin memleketini terk edip geri gelmemesine, doğduğu şehirde gençlerin yetişmesine katkısı olmamasına içerleyen Şair Askar Mahkam Hocendi’ye nazire yaparak şu mısraları yazmış:

“Siz yatıyorsunuz Tebriz’in şahane yataklarında,
Biz geziyoruz Hocend’in hocasız sokaklarında”

Tacikistan hükümeti tarafından geçtiğimiz yıllarda Kemal Hocendi’nin doğum yeri olan Hocent’e heykeli dikilmiş ve Tebriz’den getirilen mezar toprağının konulduğu gösterişli bir remzi türbe inşa edilmiştir.

Lupa Capitolina (Dişi Kurt Heykeli)

Hocent şehrinin merkezinde ikiz bebekleri besleyen dişi kurdun heykeli ile karşılaştım. Avrupa’da İtalya’nın başkenti Roma’nın simgesi olan Lupa Capitolina yani Dişi Kurt heykelinin hemen hemen aynısını doğrusu Asya’nın kalbinde Tacikistan’da görmeyi beklemiyordum.

İlk önce Türk mitolojisindeki Bozkurt ve Türeyiş Destanı’ndan mı esinlenildi diye düşündüm ancak bunun mitolojide Roma İmparatorluğu’nun kurucuları olduğuna inanılan Romus ve Romulus Biraderleri sembolize eden heykelin büyütülmüş hali olduğu anlaşılıyordu. Heykelin dikilmesinin arka planında sadece sanatsal kaygı mı vardı? Yoksa tarihsel arka planı olan bir metin mi idi? Bunu anlayamadım. Zira Akdeniz’i içdeniz haline getiren Romalılar Asya içlerine gelmemişlerdi. Bu bölgeye Avrupa’dan gelen Romalılar değil Uzak İskenderiye şehrini kuran Makedonyalı İskender idi.

Hocent Kalesi

Hocent Kalesi’ni Cengiz Han’ın ordusunu durduran Harezmşahların ünlü valisi ve komutanı Temur Melik sayesinde öğrenmiştim ama zihnimde şehrin etrafındaki yüksek dağların doruklarında bir yapı olarak yer edinmişti. Kale denilince insanın aklına şehrin en yüksek yerindeki tarihi yapılar geliyor. Hocent’in kalesi ise şehrin tepelerinden birisi üzerinden değil aksine şehrin en alçak yerinde yer alıyor. Zaten Temur Melik destanını dikkatli okursak askerleriyle birlikte Sır Derya Nehrinde bulunan zırhlı kayıklarıyla kuşatma altındaki kaleden ayrıldıkları anlatılır. Eski zamanlarda Sir Derya Nehri üzerinden gemilerle taşımacılık yapıldığı tarihi kaynaklarda yer alır. Hocent’in kalesi Sir Derya’nın kimi zaman coşkun kimi zaman da nazlı akan suyunun kenarına inşa edildiğinden taşımacılık faaliyetlerine de ev sahipliği yapmıştır. 

Kale mermer ve taşlardan çok tuğla ve kerpiçten yani topraktan inşa edilmiş. Şehir her kuşatma esnasında yıkılmış sonra yeni fatihler tarafından yeniden ayağa kaldırılmış. Bu yüzden şehrin kalesi de katman katman bir toprak yığını şekilde kalmış. Günümüzde kalede kapsamlı bir restorasyon çalışması devam ediyor.

Zerefşan Vadisinden Duşanbe’ye Büyüleyici Yolculuk

Hocent’te bir gece konakladıktan sonra ertesi sabah erkenden şehirlerarası taksilerin bulunduğu yere gittim. Türkistan’da yaygın olan taksi dolmuş ile şoförümüz dört yolcuyu tamamlayınca Hocent’ten ayrıldık. Sir Derya’nın koynundaki bu güzel şehre tekrar gelme dileğiyle başkent Duşanbe’nin yolunu tuttuk. Hocent çıkışında geniş pamuk tarlaları ve elma bahçeleri, yol kenarında ise çok sayıda elma satıcısı vardı. Hocent Duşanbe arası yaklaşık 300 km olmasına rağmen Zerefşan Vadisi gibi dağlık yerlerde yolun viraj olmasından ötürü başkente ulaşım yaklaşık 6 saat sürdü. Dağlık bölgelerde manzara o kadar güzeldi ki âdete belgesel seyreder gibi vadinin iki yakasını seyrettim. Zerefşan kelimesi Altın Saçan anlamına geliyor. Nehir, Güney Türkistan’da Pamir ve Alay Dağları’nda doğuyor Tacikistan’dan Özbekistan’a geçiyor, Semerkant’a ve Buhara’ya hayat veriyor ardından Kızılkum Çölü’nde kayboluyor. Önceden Amu Derya’ya suyunu boşalttığı için Aral Gölü’nü besleyen nehirlerdendi.

Başkent Duşanbe

Duşanbe şehri Tacikistan’ın hem başkenti hem de en büyük şehridir. Duşanbe Farsça “ikinci gün” yani “pazartesi” demektir. Anlatılanlara göre yaklaşık bir asır öncesine kadar pazartesi günleri pazar kurulan şirin bir köy iken hızla büyümüş ve Tacikistan’ın başkenti olmuştur. Duşanbe Sovyet döneminde Stalinabad olarak isimlendirmiş ancak bağımsızlıktan sonra tekrar eski ismine kavuşmuştur. Duşanbe’de hem Sovyet döneminden kalma hem de bağımsızlıktan sonra inşa edilmiş çok sayıda anıt, müze, park bulunuyor.

İsmail Samani Heykeli

Duşanbe’nin merkezinde İsmail Samani’nin büyük bir heykeli yer almaktadır. 1991 yılında bağımsızlığını kazanan Tacikistan’ın kurucuları yeni Tacik ulus devletinin tarihi köklerini 9. ve 10. yüzyılda başkenti Buhara olan Samanoğullarına dayandırmaktadır. Bu devletin en bilinen hükümdarı olan İsmail Samani ise bilime ve âlimlere verdiği desteği ile meşhur bir şahıstır.

Duşanbe’nin merkezindeki kocaman heykel altın sarısı rengindedir. İsmail Samani’nin başında taç ve elinde asası ile ihtişamlı duruşu görülmeye değer. İslam dinini Maveraünnehir’de yayan Samaniler devletinin lideri olduğu için İsmail Samani’yi sarıklı birisi olarak düşünmüştüm ama taçlı, altın asalı biri olarak tasvir edilen anıtını görmek şaşırtıcı bir tecrübe oldu. Bu yönüyle heykel Maveraünnehir hâkimi bir hükümdardan çok İran’ın Sasani İmparatorlarını akla getiriyor.

Sovyet Anıtları

Heykel ideoloji aktarmanın, kültürel hegemonya kurmanın önemli bir enstrümanıdır. Bu bakımdan Sovyetler döneminde heykel birlik üyesi 15 Cumhuriyetin her birisinde sıklıkla kullanılmıştır. Sovyet Cumhuriyetleri büyük meydanlara, parklara, üniversitelere hatta barajlara bile Marks, Lenin ve Stalin başta olmak üzere kendi ideoloji önderlerinin heykellerini ve büstlerini yapmışlardır. Bunların dışında Sovyet rejimine sadık hizmet etmiş olan kişilerin de heykelleri dikilmiştir.

Sovyetler Birliği dağıldıktan sonra eski Sovyet Cumhuriyetlerinin pek çoğunda bu heykeller kaldırılmıştır. Mesela Özbekistan’da Sovyet heykeline rastlamadım. Tacikistan’da ise Sovyet dönemi heykellerine sıklıkla rastlanmakta hatta bazı eski binalarda orak çekiçli Sovyet armaları da görülebilmektedir. Sovyet dönemine ait heykeller ve figürler günümüzde artık ideolojik bir gösterimden ziyade turistler için ziyaret edilip fotoğraf ve video çekinilen otantik yerler halindedir. Bunlardan en meşhurları Istaravshan şehrindeki Lenin heykelidir. Hocent’ten Duşanbe’ye doğru giderken yaklaşık 80 km uzaklıktaki Istaravshan şehrinde yer almaktadır. Duşanbe’de Sadriddin Ayni heykeli ve Valerian Kuybyshev (Kuybışev) heykelleri benim gördüğüm heykeller arasındadır. Ayrıca Vahdet şehrinin merkezinde Ana heykeli yer alıyor. Bu heykel de İkinci Dünya Savaşı’nda evlatlarını kaybeden anneler için inşa edilmiş.

Yakup Çerhi Hazretleri

Mevlana Hace Yakup Çerhi, günümüzde Afganistan’ın Gazze şehrinin sınırında kalan Çarh köyünde dünyaya geldiği için Çerhi ya da Çarhı olarak isimlendirilmektedir. Kabri ise Tacikistan’da başkent Duşanbe’nin Şahmansur ilçesindedir. Duşanbe’nin merkezinden ziyaretgaha iki taşıt değiştirerek ulaşılabiliyor.

“Mevlana” kelimesi Tacikistan, Afganistan, Hindistan gibi Türkistan’ın güneyindeki coğrafyada inanç alanında üst seviye olan kişilere verilen bir sıfattır. Bu coğrafyada büyük alimlere saygı anlamda kullanılmaktadır. Bu bakımdan Tacikistan’da Yakup Çerhi Hazretleri için de Hace Mevlana Yakub-u Çarhi denilmektedir.

Belcivan’a Doğru

Belcivan şehri başkent Duşanbe’nin yaklaşık 150 km güney doğusunda yer alan güzel bir şehir. Belcivan Enver Paşa’nın 1922 yılında bu şehrin sınırları içerisinde kalan Çeğan Tepesi’nde şehit olması ve mezarının da 1922’den 1996 yılına kadar burada bulunması dolayısıyla Türkler için ayrı bir öneme sahiptir. Bunun yanı sıra Belcivan ve çevresinde yaşayanlar kendilerini “Türk” olarak tanıtıyor. Belcivanlıların Türkiye’den geldiğimizi öğrenince kendilerini tanıtırken Özbek, Türkmen, Kırgız, Hazara gibi herhangi bir boy ismi vermeden direk “ben Türk’üm” hatta “ben Türkoğlu Türk’üm” demeleri şaşırtıcı oldu.

Duşanbe’den Çeğen Tepesi’ne ulaşmak için 30 Eylül Cumartesi günü sabah erkenden yola çıktık. Duşanbe’den doğrudan Belcivan’a taksi (dolmuş) bulmanın zor olduğunu söylemişlerdi. Bunun için önce Dangara şehrine gitmemiz gerekiyormuş. Biz de yine dört kişilik taksi ile önce Dangara’ya gittik. Arabamızda yer alan bir tarih profesörü Türkiye’den geldiğimi öğrenince yolda bölgenin tarihini anlatmaya başladı. Emeviler döneminde İslam Ordularının bölgeye gelişini anlatırken Kuteybe bin Müslim’i sordum; Kuteybe’yi saygı ve rahmetle andı.

İlk Durak Dangara

Duşanbe’ye doğru yola çıktıktan sonra sonbahar olmasına rağmen hala yeşil olan vadilerden, Çin’in ve İran’ın inşa etmiş olduğu 4–5 km lik tünellerden geçtik. Yollar beklediğimden daha iyi idi. Yolumuz Nurek yakınlarından geçerken dünyanın en yüksek ikinci barajı olan Nurek Barajı’nın gölünü yüksekten görme şansımız oldu. Bulunduğumuz noktanın yakınlarında doğaseverler için gözlem evi de yer alıyordu.

Kısa bir moladan sonra buğday üretimi ile meşhur olan Dangara şehrine doğru yola devam ettik. Yaklaşık 100 km’lik yolu bitirip Dangara’ya vardığımızda öğle saatleri yaklaşıyordu. Oradan 50 km daha ilerideki Belcivan’a giden taksilerden birisine binip Temur Melik’in ismini vermiş oldukları şehri geçip ırmak kenarlarından Belcivan’a vardık. Yüksek bir tepede yer alan ve bölge halkının Türklerin Kalesi dediği Belcivan Kalesi bütün ihtişamı ile bizi karşıladı.

Belcivan’dan Çeğen Tepesine Yolculuk

Enver Paşa 4 Ağustos 1922 tarihinde Belcivan (Baldzhuvon) merkezine 20 km uzaklıktaki Çeğen Tepesi’nde dava arkadaşları ile birlikte şehit olmuştu. Belcivan’dan Çeğen Tepesi’ne normal arabaların gidebileceği bir yol bulunmuyor. Çeğen Tepesi’ne ulaşmak için ancak eski Sovyet yapımı arazi araçlarına benzeyen araçlarla gidilebiliyormuş.

Görünürde en fazla 7 kişinin binebileceği araca şoför ile birlikte 10 kişi bindik. Taşlı yoldan tepelere doğru tırmanmaya başladık, yolda iki yerde araç su kaynattığı için şoför 5 litrelik şişelerle su takviyesi yaptı. Tepelerden geçerken köyleri gösterdiler. Bu köylerde eskiden yaşamış yaşlı insanları tanıdıklarını ve bu kişilerin çocukluklarında Enver Paşayı gördüklerini söylediler.

Çeğen Tepesi

Mecaralı bir yolculuktan sonra Çeğan Tepesine ulaştık. Çağan Tacikçe suların biriktiği yer anlamına geliyormuş. Biz Türkçe’de biraz daha ince söylüyoruz Çeğen ya da Çeğan diyoruz. Tepe yüksek bir yerde olmasına rağmen kayalık ve taşlık değil. Tam tersine elma ve alıç ağaçlarıyla kaplı. Tepenin üzerinde çobansız inekler otluyor. Etrafta İngiliz ya da Arap atlarına benzeyen at sürüleri gördüm. Bunlar sahipsiz yılkı atlarmış. Sonbahar mevsimi olmasına rağmen hâlâ yeşilin yoğun olduğu alanda ruhumun dinginleştiğini hissettim. Belki bunun sebebi benim için zor bir amacı yerine getirmiş olmak olabilir, kim bilir belki de 1922 yılında burada cereyan eden mücadelenin kahramanlarının aziz ruhlarının tebessümleridir.

Enver Paşa 4 Ağustos 1922’de Çeğen Tepesinde şehit olduktan sonra sevenleri na’şını muharebe alanında kuş bakışı 20 km, arazi araçlarının gittiği yolla ise yaklaşık 40 km uzakta defnetmiştir. Eğer özel olarak bir arazi aracı ile gitmemişseniz aynı gün içinde hem Paşa’nın şehit düştüğü Çeğan Tepesi’ne hem de na’şının defnedildiği yere gitmeniz çok zor. Bölgeye gelen arazi araçlarının sayısı az. Biz de Çeğen Tepesi’ne gideceğiz deyince Belcivanlılar orada aç susuz kalmayın diye ekmek ve su almamızı söylemişler; yolda olumsuzluk yaşamamız durumuna tedbir olarak da farklı kişiler telefon numaralarını vermişlerdi.

Belcivan’da Çeğen Tepesini gösteren herhangi bir levha göremedim. Çeğen Tepesinde de bir asır önceki Enver Paşa’nın ve dava arkadaşlarının şehit olduğuna dair herhangi bir anıt olmadığı gibi herhangi bir levha vb. yazı da yoktu. Temennim Belcivan’dan Çeğen Tepesine çıkan yolun yapılması ve Enver Paşa’nın şehit düştüğü yerde bir anıtın olmasıdır.

Çeğen Tepesi’nden geri dönerken şoförümüz kendi köylerinde beş kişinin isminin “Enver Paşa” olduğunu söyledi. Yıllardır bizim gibi Enver Paşa’nın şehit olduğu tepeye misafirleri götüren şoförümüz, en büyük isteğinin İstanbul’a gelip Şişli Abideyi Hürriyet Meydanı’ndaki Enver Paşa’nın mezarını ziyaret etmek olduğunu söyledi.

Enver Paşa’nın Mezarının Tacikistan’dan Türkiye’ye Getirilmesi Stratejik Bir Hatadır

Enver Paşa 4 Ağustons 1922’de şehit edildikten sonra Çeğan Tepesine yakın bir köyde defnedilmiş ve mezarın yerini bilenler Sovyet Döneminde bu bilgiyi parti komiserleriyle paylaşmamışlar yani mezarı saklamışlar. 1991 yılında Tacikistan bağımsız olduktan sonra bu ülkeye ilk tanıyan ülkelerden birisi olan Türkiye, Enver Paşa’nın na’şını 1996 yılında anavatana getirmiştir. Na’şın vatan toprağına kavuşması olarak açıklanmış olsa da şairin ifadesi ile

“Bayrakları Bayrak Yapan Üstündeki Kandır.
Toprak Eğer Uğrunda Ölen Varsa Vatandır.”

Enver Paşa Uluğ Türkistan’ın bağımsızlığı için Pamir Dağlarına kadar devam eden bir mücadele başlatmış, inandığı dava uğrunda Belcivan Türklerinin diyarında şehit olmuştur. Onun mücadelesi Anadolu Türklerinin Rus ve İngiliz İmparatorluklarının genelde Asya’nın özelde ise Türkistan’ın 20. Yüzyılın başında paylaşılıp müstemleke yapılmasına karşı açık bir reddiyedir. Bu bakımdan Enver Paşa’nın mezarının şehit olduğu topraklarda kalması gerektiğini, mezarının Türkiye’ye getirilmesinin yanlış olduğunu düşünerek Çeğan Tepesi’ne veda ettim.

Belcivan’dan bu duygu yoğunluğu içerisinde ayrılarak ismini Sovyet döneminin önemli isimlerinden olan Vose şehrine yine taksi dolmuşlar ile gittik. Burada bir Özbek ailenin misafiri olduk. Geleneksel Türkistan mutfağına özgü lezzetli çorbaları, pilavları, salataları, turşuları, kuruyemişleri, meyveleri, kampot denen meyve sularını ikram ettiler.

Tursunzade Sınır Kapısından Özbekistan’a Dönüş

Tacikistan’daki son günüm Vose’den Duşanbe’ye gelip zaman kaybetmeden de tekrar Özbekistan’a ama bu sefer başka bir kara sınırı olan Tursunzade’ye otobüs ile gitmek oldu. Dört günlük kısa ziyaretin ardından önce Tacik sonrada Özbek sınır kapısından geçerek yeniden Özbekistan’a dönerken kulağımda hala “Hoş Amedi” ve “Huş Gelebsiz” sözleri çınlıyor; mihmanperest bir ülkeden bir başka ülkeye doğru yürürken muhteşem cazibe merkezlerine sahip olmasına rağmen bu zenginlikleri bu kadar az bilinen Tacikistan’dan başka ülke var mıdır? sorusu zihnimde dolanıyordu.


Dr. Ahmet Akalın
RTÜK Üst Kurul Uzmanı

 

Bakmadan Geçme