Eski Türklerde cengaverler savaşırken arkadan gelecek herhangi bir saldırıyı kontrol edebilmek için sırtlarını bir ağaca, kayaya veya taşa vererek ok atarlarmış.Atalarımız genelde bozkır hayatı yaşadıkları için bu sırt dayanan nesne genelde bir taş veya kaya olurmuş.
Yıllar sonra sırt dayanan taşın ismi ARKA-TAŞ dan ARKADAŞ şeklinde dilimize yerleşmiş ve bugün güvenebileceğimiz, bizi arkadan vurmayacak olan, samimiyetine güvendiğimiz kişilere verdiğimiz isim olmuştur.
Bu Dönemde kimse ARKADAŞ kaybedecek kadar zengin değildir. Veya gerçek ARKADAŞ bulacak kadar da şanslı değildir. Bizim gibi küçük şehirlerde doğan ve yaşayan insanlar bu konuda şanslılar diyebiliriz veya ben kendimi öyle görüyorum.
Ama büyük şehirlerde yaşayanlar ARKADAŞLIK kavramını bilmezler gerçi bildiklerini sanırlar ama in-anki hiç alakası bile yoktur onların yaşadıkları ile bizim bildiğimiz gerçek ARKADAŞLIK arasında dağlar denizler vardır.
Aynı ortamda bulunmayı aynı masada oturmayı ARKADAŞLIK sanırlar güven yok sadakat yok birbirleri ile konuluşurken bile aman kimse duymasın gerçek ARKADAŞA Kimse duymasın denir mi bizim topraklarda ayıplanırsın, hor görülürsün...
Birde tarihte yaşanmış şu ARKADAŞLIK Hikayesine bakalım;
Tarihimizin örnek dostluklarından biri II. Bayezid’in oğlu Şehzade Korkut’la onun yakın arkadaşı Piyale’nin dostluğudur.
Korkut’u ağabeysi Yavuz Selim yakalattırıp öldürttüğü güne kadar, Piyale, Korkut’la olan vefalı dostluğundan bir an dönmemişti. Bu arada, kendisini ayartmak için yapılan çok çekici bütün teklifleri reddetmiş, şehzade ile birlikte, hiç de mecbur olmadığı halde, akla hayale sığmaz acılara katlanmıştı.
Korkut’un idamından sonra bile Piyale, devlet tarafından kendisine verilmek istenen önemli görevlerden hiçbirini kabul etmemiştir.
Korkut’a karşı olan vefalı dostluğunu kendi ölümüne kadar hiç eksiltmeden devam ettiren Piyale’nin bütün ömrünü şehzadenin mezarında türbedar olarak geçirdiğini hatırlamak bu vefakârlığın ne sonsuz bir yüceliğe eriştiğini gösterir.