Hamaset yapmayacağım.
“Yaşasaydın?” basitliğine de düşmeyeceğim.
Ama yine de samimi bir yürek lisanı ile anlatacağım içimdekileri…
İnancımız ruhların ölümsüzlüğünü öğretti bize…
Senin de ruhunun halâ bir ülkünün mehabetinin zirvesinde olduğu düşüncesiyle dile getireceğim sana ve emanetine olan vefa şuurunu…
Başbuğum;
Seni tanıdığımızda bıyıklarımız daha yeni terlemişti…
Senin “Kafamı bozmayın lise çocuklarından başlarım.” dediğin yıllardı bizim lise okuduğumuz zaman…
Ömrünü verdiğin ülkümüze ait ne varsa dağıtılmış; ocaklar kapatılmış, ülkücüler idamlarla, müebbetlerle, hapislerle, işkencelerle bir muammanın içine itilmişti. Kimileri de devrin devranına kapılanmış yeni bir yol tutturmuştu…
Senin ilmek ilmek ördüğün dava, öylesine mahzun- melül ortada kalmıştı.
Ve insanlar…
Ne kadar uzak durursa senden o kadar dünya denen mezelletin lezzetine kavuşuyordu…
İşte böyle bir demde yeniden haykırdı gür sesin:
“Benimle dava arkadaşlığı edecekseniz her şeyden önce vasıflı Türk olmaya mecbursunuz.” Bu sözün, daha önce olduğu gibi yine gençleri harekete geçirdi. Ve yeniden Bizim Ocak çatısı altında bir araya geldiler…
Yollara düştüler…
Pek çoğu güldü o gençlere…
Bazıları acıdı…
Ama onlar sana ve senin gösterdiğin ülkülerine yürekten inandıkları için kendilerine gülenlere sadece üzüldüler…
Ama sen “Evlatlarım!” dedikçe onlar gür sesleriyle haykırdılar “Başbuğ, nerede biz oradayız” diye… Hele sen “Siz neredeyseniz Başbuğ da orada” diye karşılık verdikçe hançerelerimiz “Başbuğ Türkeş nidaları ile inletti yeri göğü…
Ve tarihler 4 Nisan 1997’yi gösterdiğinde zaman durdu sanki…
Türklüğün atan kalbi, durmuş muydu?
Tuna öksüz, Orhun, Selenga yetim mi kalmıştı?
Altaylardan kopan fırtına, Türkistan ovalarına ulaşmayacak mıydı?
Kafkaslardan esen yeller, artık Turan’a selam salamayacak mıydı?
Kahramanlık türkülerine eşlik eden marşlar, yerini saguya mı bırakacaktı?
Öyle oluyordu…
Artık gözlerden sel olup akan yaşlara eşlik eden ağıtlar, yürek yakan cinstendi.
Neredeyse tan yeri ağaracaktı ama gönüller zifiri karanlığa bulanmıştı. Her bir köşede ağıtlar yükseliyor, kara haberin tez duyulması gerçeği bir kez daha tezahür ediyordu. Bir uçtan bir uca, Türk’ün yaşadığı her toprakta, figanlar arşa yükseliyordu.
Sanki Doğu Türkistan’da Osman Batur kaybedilmiş, Kazakistan’da Abalay Han göç etmiş, Özbekistan’da Amir Temur hayata gözlerini yummuş, Kırgızistan’da Ormon Han uçmağa varmış, Türkmenistan’ın Hurşit Han’ı gitmiş, Azerbaycan’ın Resulzade’si ölmüş gibi koca Türk dünyası ağıta durmuştu.
Dahası vardı…
Kerkük’te Ata Hayrullah bir kez daha mı darağacına çekilip etleri lime lime dilmişti de Kerkük yeniden ağıt türküleri söylüyordu?
Kıbrıs’ta, Binbaşı Nihat İlhan’ın çocukları Kanlı Noel vahşetini yeniden mi yaşanmıştı da Kıbrıs Türk’ü feryat ediyordu.
Hele Kosova’da I. Murat Hüdavendigar yine mi şehit oldu da koca Balkanlar salaya durdu?
Velhasıl…
Resmî kayıtlar ölüm tarihini “4 Nisan” olarak evraklara geçti.
…
Evlatların ise aradan geçen bunca zamandan sonra sanki yorgundu...
Ruhlardaki vecdi, sonsuz bir dereceye kadar harekete geçiremediğimiz…
Ve Turhan gibi çıldırmanın eşiğine geldiğimiz için…
Bir burukluk içindeydik…
Yorgun ve kimsesiz, ölümün bahçesini solukladığımız için…
…
Sonrasında…
Umudumuz, dağların ardında bir yorga koşu…
Gönül dağlarımız, mazinin derinliklerinden sızan esintiye hasret…
Ne yaşımızdan haberimiz var ne de yaşıtlarımızdan…
Hep o ulvi hayallerin peşindeydik, ilk çocukluk çağlarımızdan beri…
Bir güneş doğacaktı bir sabah, bu güzel ülkeye…
Ötüken’in esintisini, Tanrı Dağları’nın kokusunu, Orhun Vadisi’nin renklerini taşıyacaktı buralara…
Evlatların, bir araya gelecek; marşlar söyleyecektik hançeremiz yırtılırcasına…
“Kürşat’ın narasıyla,” diyecektik.
“Orhun’un kaynağından,” bahsedecektik…
Ve boy boy balalar yetişecekti Turan sevdasıyla…
Zaman çok merhametsiz çıktı.
Politik kaygıların devranı çarptı göze…
Ve…
Bazıları sükût-u hayale uğrattı, çileye talip olanları…
Unuttu pek çoğu, pek çok kez yetiştiği yeri ve kendi meziyeti sandı, ulaştığı mevkii…
Sonra…
Sonrası;
Sahip çıkmak emanetine…
Maziye…
Verilen kavgaların izzetine…
Vefanın şerefine…
Ruh kökümüze mana katan Ülkünün izzetine duyulan derin imanın ve hürmetin verdiği şuura…
Ve…
Kur’an’a iman ettiğiniz kadar büyük bir şevkle inandığınız ülkülere,
Şevkle koşmak…
Verilen soylu kavganın, yarınları aydınlatacağına olan inancınızdan dolayı…
Yetişen ve yetiştirilmesi gaye edinilen nesil adına ve o nesle, ülküleri asli dinamikleriyle aktarma sevdası uğruna…
Evlatların olarak:
Koşmak…
Hem;
Ülküler, gökteki yıldızlar gibi değil miydi?
Ve onlara ulaşılamasa da ülküler, yönümüzü tayin etmeye devam etmeyecek miydi?
Eh öyleyse, ne gam!…
Koşmaya devam….
Ruhun Şad Olsun Başbuğum!
Evlatların emanetine her daim sahip çıkacaklar…